Bu yazımda diğer yazılarımdan farklı olarak yaklaşık 3 hafta önce okul ile birlikle gittiğim geziyi anlatacağım. Her gün yaptığımız her şeyi anlatmayacağım çünkü yazı çok uzar.
Gittiğimiz bölge Fransa'nın doğu tarafındaki Alsace bölgesi. Strasbourg ve Colmar gibi şehirlerin de bulunduğu bölgenin Almanya ve İsviçre ile sınırı var. Bölge şarapları ile tanınıyor ve her yerde şarap tatmak için dükkanlar var ancak ben henüz 18 yaşımdan küçük olduğum için bölgenin ünlü kolalarını tattım. Tadları bizimkilerle aynı.
Gezinin ilk günü benim için tam bir işkenceydi. Sabahın üç buçuğunda kalkıp hazırlandım ve babam beni İstanbul'un karşı yakasındaki Atatürk Havalimanı'na bırakmaya üşendiği için (Onu suçlayamam.) beni okula bıraktı. Buradan öğretmenlerim ve arkadaşlarım ile birlikte havalimanına geçtik. Yaklaşık üç saatlik koşuşturmacanın ardından uçağımıza bindik ve Fransa'ya yolculuğumuz başladı. İki buçuk saat civarı süren bol sırt ağrılı uçak yolculuğundan sonra tam olarak yerini bilmediğim havalimanına indik. Sonrasında Strasbourg'a doğru yola koyulduk.
Strasbourg tarih severlerin bayılacağı bir şehir. Evler sanki Orta çağ döneminden kalma gibi gözüküyor. Her yerde yeşillik var. Orada yaptığımız ilk şey bir bot turu oldu. Strasbourg'un kanallarında gezerek şehrin hikayesini dinledik.Ben tarihi binalardan, yapılardan hiç haz almayan biriyim. Uyuma problemi yaşıyorsam ilaç falan almam, tarihi belgeseller izlerim. Bu bot turu da dolayısıyla bana sıkıcı geldi. Ancak tabi ki keyif alan oldu.
Erken kalkmaktan, yolculuktan ve bot turundan sonra zaten fiziksel ve zihinsel olarak çok yorgundum. Bir de sırtımda ağır bir çanta taşıyordum. Bu koşullara rağmen yılmadım ve herkes ile birlikte Avrupa Parlamentosu'na gittim. Burası da ne yazık ki sıkıcıydı. Belki bu kadar yorgun olmasam beğenebilirdim. Ama burada gezerken benim aklımdaki tek şey otele gidip eşyalarımı bırakıp tatlı tatlı uyumaktı. Sonunda bu dileğim gerçekleşti. Konakladığımız ilk otelde 3 arkadaşımla birlikte kalıyordum. Biraz kart oynadık sonra hemen uyuduk. Zaten hepimiz yorgunduk. Bu gezinin ilk ve en sıkıcı günüydü.
Ertesi gün erkenden kalkıp otelde kahvaltı ettik. Sonra da Europa Park'a gittik. Europa Park tatilin en güzel yanıydı bence. Kocaman kocaman rollercoasterlar, hız trenleri, eğlence makinaları ve bir sürü diğer aktivite. İlk kez burada bir rollercoaster'a bindim. Çok korkarak binerim diye düşünmüştüm ancak kendimi gaza getirdim ve bir yiğit gibi hiç korkmadan hız trenine oturdum. İşte oturup emniyet için kendimi yerime kitledikten sonra yiğitlik miğitlik kalmadı. Korkudan geberdim. Hele hareket etmeye başlayınca bindiğime çok pişman oldum. Ancak indikten sonra tekrar tekrar bindim. Gittim daha büyüklerine bindim. Binmeden önce son derece korkusuz, bindikten sonra korkudan altıma edecek duruma geliyordum. Ama çok eğlenceli olduğu inkar edilemez.
Hız trenleri dışında başka bir sürü aktivite denedim. Bir tanesi rafting idi. Çantamda bilgisayarım vardı. Ama ben ne yaptım ? Rafting. Gelen insanlara baktım neredeyse hiç ıslanmamışlar. Üzerlerinde en fazla bir iki damla var. Dedim hadi ben de bir yapayım. Çok tatlı başladı. Hafif dalgalar bizi bir sağa bir sola sallıyor. Ardından çok sağlam dalgalar geldi. Bir dalga vurdu, sırılsıklam oldum. İşin daha kötüsü çantam yanımdaydı. En azından bilgisayara bir şey olmadı. Yoksa size bu blogu yazamazdım. İkinci günümüzde böyle sonlandı ve en eğlenceli gündü.
Üçüncü gün sabahleyin eski bir şatoya gittik. Şato ya 12. ya da 14. yüzyıldan kalma, tam emin değilim. Dediğim gibi tarihi yapıları sevmem, ancak burası hoşuma gitti. Eski kalkanlar, zırhlar, kılıçlar... Manzarasıda çok güzeldi. Çünkü şato bir tepenin üstündeydi. Hava o gün sisli olduğu için çok uzağı göremiyorduk ancak şatoya çok güzel bir hava katıyordu.
Şatodan sonra maymunların olduğu bir parka gittik. Bize patlamış mısır verdiler. Biz de patlamış mısırlarla maymunları besledik. Onların nasıl ortamlarda yetiştiklerini, alışkanlıklarını gördük. Orada çalışan birisi bize maymunlar hakkında bilgi verdi. Üçüncü günümüzde de anlatılmaya değer şeyler bunlardı.
Ertesi gün Mulhouse'daydık. İlk ziyaret ettiğimiz mekan Araba Müzesiydi. Burada bir sürü eski model araba vardı. İlk arabalardan klasik arabalara onlarca marka bulunuyordu. Ferrariler, Mercedesler... Okul projesi olarak öğrencilerin gruplar halinde bir arabayı tanıtması gerekiyordu. Bizim grubumuz dünyanın en hızlı arabası olan Bugatti Veyron'u tanıttı. Burada arabalara bakmak dışında pahalı bir fiyata belirli model arabaları sürebiliyorsunuz. Ama daha ehliyetim olmadığı için araba sürmedim. Ben araba hastası sayılmam ancak burayı çok ilgi çekici buldum.
Müzeden sonra buz pateni yapmaya gittik. Açıkçası böyle basit gözüken bir sporu yaptıktan sonra bu kadar yorulacağımı hiç düşünmemiştim. Dengemi kurabildiğim belli başlı zaman dilimleri (en fazla 10 saniye) dışında yere düşmemek için sarf ettiğim eforun haddi hesabı yok. Yerler buz, ben kısa kolluyum ama terden sırıl sıklam oldum. Yere de en az 20 kere düşmüşümdür. Bunlara rağmen çok eğlendim ve başka bir zaman tekrar yapmak isterim.
Buz pateninden sonra öğretmenlerimiz bize serbest vakit verdiler. Ancak yemek yemek dışında önemli bir şey yapmadık. Dördüncü günümüz de bununla birlikte sona erdi.
Son günümüz hava alanına dönüş yolculuğuyla geçti. İki tane durağımız oldu. İlk olarak bir tane köyde durduk. Hava yağmurlu ve soğuktu ama köy ve doğası çok güzeldi. Hediyelik birkaç eşya aldık. İkinci durağımızsa bir alışveriş merkeziydi. Yemek yiyip otobüse geri bindik ve hava alanına gittik. Sıkıcı uçak yolculuğunun ardından İstanbul'daydık.
Anlatmadığım/unuttuğum başka yerleri de gezdik/gördük/yaptık ama yazı çok uzamasın ve fazla sıkıcı olmasın diye onları ekleme gereği duymadım. Bu yazımı da okuyanlara teşekkür ederim. Sonraki yazılarımda görüşmek üzere.
1 Haziran 2017 Perşembe
Memento Film İncelemesi
Tekrardan merhabalar. Son yazımda Prestij adlı filmle ilgili görüşlerimi anlatmıştım. Bu hafta Memento adlı bir psikolojik gerilim filmi.
Film Hakkında Genel Bilgiler
![]() |
Leonard |
Filmin Konusu
Teddy |
Film Hakkındaki Görüşlerim

Son yazımda Prestij'in gizemleri olan anlaması kolay bir film olduğunu ve bazı filmleri anlamak için yoğun bir dikkatle izlenmesi gerektiğini söylemiştim. Bu da öyle bir film. Bir bulmaca gibi. Dikkatle izlemezseniz filmin sonunda bazı şeyleri kaçırdığınızı fark edeceksiniz.
Filmin kurgusu çok güzel işlenmiş. Çok karmaşık bir hikayeye sahip ve bu hikayeyi olabilecek en zorlayıcı ancak ilgi çekici şekilde anlatmış. Filmin olay örgüsü ileriden geriye doğru. Yani Leonard'ın hatırladığı kısa zaman aralıklarını sondan başa sararak hikayeyi parça parça veriyor. Bu da benim çok hoşuma gitti. Çünkü ben tahmin yapmayı çok seven biriyim ve çoğu filmde ileride ne olacağını tahmin etmeye çalışırım. Bu filmde ise tam tersini, yani öncesini tahmin etmeye çalışıyoruz. Bir bakıma film bizi kahramanın yerine koyup zihin hastalığını bizim yaşamamıza yol açıyor. Yaşanan şeyler kahramanın kafasını karıştırdığı zaman biz de ne olduğunu anlayamıyoruz ve kendimizi kahramana daha yakın hissediyoruz.
Bir yazımın daha sonundayız. Sonraki yazılarımda görüşmek üzere. Okuduğunuz için teşekkür ederim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)